Sulhi Ceylan – Bahadır Dadak Konuşmaları: “Yalnızlıktan bir dişim daha çıktı” – EdebiFikir

Sulhi Ceylan – Bahadır Dadak Konuşmaları: “Yalnızlıktan bir dişim daha çıktı”

Sulhi Ceylan: Modern felsefenin kurucusu Descartes’in, Prenses Elisabeth’e 1645 yılında yazdığı çeşitli mektuplardaki “Çünkü dileğim, La Haye’de bulunduğum son günlerde, önünüzde saygıyla eğilmek ve değersiz hizmetlerimi emirlerinize sunmak şerefine kavuşsaydım, emirlerinizi ağzınızdan işitmekti.”, “Size hizmet etmek için duyduğum sonsuz istek ve gayret beni bu uzun konuşmaya sürükledi, önünüzde saygı ile eğilerek eksiklerimi bağışlamanızı dilerim.”, “Dünyada size hizmet etmek kadar tutkuyla arzuladığım bir şey bulunmadığı gibi hiçbir şey de beni emirlerinizi alma şerefine erişmek kadar mutlu edemez.” cümlelerini okuduğumdan beri kronik can sıkıntım daha da arttı. Her gün yeni bir hayal kırıklığı yaşamak insanın kaderi mi yoksa!

Bahadır Dadak: Kitaplarını okuyup felsefesini anlayabildiğim ve asla ilkelerine uymayacağım biri varsa o da Arthur Schopenhauer’dur. Sevgili feylesofumuz diyor ki, “Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.” Evet, belki öyledir. Ama bu kesinlikle süreğen bir durum değil. Belki mükemmel eğlence, hayatın süreğen olmadığının bilincine varmaktır. Hayatın ağırlığı söz konusu olduğunda; derine inebilmeyi göze alanlar genelde ontolojik bir anlam dünyasının kapısını tıklatırlar. Muhakkak içerden bir ses gelecektir, bilirler. Kapının ardında, evin içinde elbet birileri vardır. Gelgelelim insan, çoğunlukla da zannın sesine kulak kesilir. Oysa varoluşa anlam veren zihinsel eylemin arkasındaki motor-güç çoğunlukla rasyoneldir ve tamamıyla sınıfsaldır. Hazır don lastiğini elime almışken mevzuu genişleteyim. Schopenhauer’dan söz açtım; herif günde 10 saat uyumanın entelektüel gelişime katkısını ballandıra ballandıra anlatmaktan karıncanın tırnağı kadar utanmıyor. Günde 12 saat çalışan bir liman işçisinin, ne kadar zeki olursa olsun, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahip olmasını beklemek zekânın doğasına ters bir kere… Zola’nın Germinal’inden de mi utanmadın be gidinin arsızı! İki lokma ekmekle bir sıkım tereyağ için milletin ciğerinden kömür damlıyor… Nedir, Schopenhauer sırça köşkünde caka satan bir mirasyediydi ve sırf Hegel’e hasedinden kısa bir akademi macerası hariç hiç çalışmamıştı. Mülk Allah’ın, vermiş kardeşim, çalışmak zorunda değil, asıl hasetçi sen olmayasın, diyeceksin. “O zaman bu ‘etik değerleri’ felsefi bir ilkeymiş gibi servis etmenin ne lüzumu vardı?” diyeceğim ben de. Fotoğraflarda bize umutla gülümseyen Heidegger’i düşün, köpoğlusu ikinci dünya savaşı boyunca Nazi Partisini desteklemiş. Özgürlük ve demokrasi kavramlarını ortaya atan filozofların bukağılı kölelerinin olması balık baştan kokar deyiminin icadı olsa gerek… Yalnız ne hikmetse tüm bu gebeş tosbağaların canları gugukçuk kuşu gibi sıkılmasını da çok iyi becermiş. Bernard Shaw taşı gediğine koymuş ama, “İnsanın kendini berbat hissetmesi, mutlu olup olmadığına önem verecek kadar boş zamanı olmasından ileri gelir.” Ekonomi-politik, coğrafya ve sosyal gerçekliğin dayanılmaz hafifliği… Her şey sınıfla doğrudan, ontoloji ile dolaylı yoldan alakalı derken şunu kastediyorum. Haydi, dönüp bize bakalım; meşhur ekler tatlısı uzmanı vakanüvisimiz Prof. Dr. İlber Ortaylı; adam Kırım hanedanlığından gelen bir prens torunuydu. Necip Fazıl hazretlerinin dedesi Dersaadetin kalburüstü hâkimlerinden biriydi. Büyük romancımız Kemal Tahir’in babası II. Abdülhamid’in yaveri ve hususi marangozuydu. Türklüğün mucidi Mehmet Raşit Küçükkürtül; Maraşlı mücahit Sütçü İmam’ın baş müezziniydi… Bence can sıkıntısı ciddiyetle üzerinde çalışılması gereken felsefi bir problem ve geniş karnının neşterle yarılacağı günü hasretle beklerken hiçte canı sıkılmıyor.

Sulhi Ceylan: Öncelikle, herkesin (işçiler dâhil) bilinmesini istemeyeceği, gizli günahları olduğunu hatırlatmalıyım. Günde 12 saat bir fabrikada çalışan işçi kardeşlerimizin de (bizim gibi) kalın bir günah defteri olduğunu bildiğini düşünüyorum. Fakat işçiler, meşhur olmadığı için günahlarını konuşmuyoruz ve elimizde filozofların yedikleri naneler kalıyor. Ayrıca düşünmek için boş zaman şarttır. Boş zaman düşünmenin motorudur. Bu sebeple filozofları kınamak, düşünmenin ne’liğini bilmemek demektir. Hem 10 saat uyumak neden kötü olsun! Ya da uyanık olmak neden üstün olsun! Dünyayı kana bulayanlar uyanıklar değil mi? Ayrıca sanat ve düşünce adamlarının; çelişkileri, buhranı ve hatta günahı sayesinde var olduklarını ve bizim yani basit insanların onların meyvelerinden beslendiğimizi görmezden mi geleceksin! Dünyayı şekillendirenlerin kim olduklarına dair düşünmeni istiyorum. Her edebi eserin ve hatta mısranın üzerindeki perdeyi kaldırırsan ya bir bilgenin/arifin ya da bir filozofun esintisini görebilirsin. Bırak da bazıları çok uyusun, kendiyle çelişen hatalar yapsın da yeni bir düşünce ortaya çıksın. Hem büyük adamların hataları da büyük olur. Mustazafların müstekbir olması sadece bir imkân meselesidir. Dünün ezilenleri, bugünün ezenleri değil mi? Neyse konuyu başka bir yere getireceğim asıl ben.

James joyce’un “Şu kokuşmuş mezbele dünyada, ana sevgisinden başka hiçbir şeyden emin olamıyoruz.” cümlesinden başka neyimiz var ki elimizde… Stalin’i gördüm Bahadır, elleri kan içinde! Neden emin olmak zorundayız, bu da ayrı bir sorun. Sorunlar kümesinden oluşmuş bir adanın üzerinde yaşıyoruz ve haliyle sistem sürekli error veriyor. Cevdet Karal ne güzel demiş, “Kalbim, başkasının kanında yüzen bir ada…” Sistem derken, her sistemin biricik olduğunu ve insanın kendisinin oluşturduğunu söylemek istiyorum.

Bahadır Dadak: O sevgi fıtrî. Çalışmadan veriliyor anneye. O süt cerahat gibi, çocuğun damarlarına enjekte edilen bir zehir aslında. Akıtmazsa mastit oluyor kadın. Bilahare sevgi, sevilen şeye körlük düğümüyle sıkı sıkıya bağlanıyor. Bu da kadınların aklîleşme yolculuğunda önlerine çıkan koca bir çukurdan başkası değil. Hoş, kadınlardan akıllı olmalarını beklemiyorum. Güzelliği ve nezaketi temsil etsinler yeterli… Dahası annelik kurumu kadar rölativite ışınlarına maruz kalan bir nesne daha yoktur dünyada. İnsanlık tarihi devlet mekanizmasını ve sosyal yönetim araçlarını alt üst eden anne facialarıyla, kıyımlarla, kayırmalarla örülmüş… Bknz. Kösem Sultan, Hürrem Sultan, Semra Özal, Rahşan Ecevit, Kleopatra, Kraliçe Boudica, Prenses Theodora, Lady Godiva…

Sulhi Ceylan: Nereye dokunsak, hangi konuyu işaret etsek bir “ah!” sesinden başka bir şey gelmiyor kulaklarımıza. Bir “Ah-hane Penceresinden” bakıyoruz hayata! Rahmetli Bülent Parlak, “Bizim acilen ölmemiz lâzım” derken sanırım insanın kendi kendinin düşmanı olmasına da atıf yapıyordu. İnsan insanın yurdu mudur, kurdu mudur emin değilim… İnsanın bir şeyler yaparken belirlediği amaçların altına baktığımızda benlikten (menfaatten) başka bir şey göremiyoruz ne yazık ki… İhlasa (samimiyete) ermek neredeyse imkânsız. Yine de kimsenin umudunu kırmak istemem ama böyle bir gerçek söz konusu. Monica konusunu ise hiç açmayacağım, lütfen beni zorlama!

Bahadır Dadak: Bab-ı Âli’deyiz, Zilhicce 17, erguvanların miski amber gibi rayihalar saçtığı sıcacık bir akşam… Ben, Charles, Ece, İlhan (Berk), Nilgün Marmara, Cemal Süreyya (O vakitler Sezai Karakoç Fransızca şiirler yazdığı için y harfi duruyordu), John Fante (Ece Ayhan ona Boomer Fante diye takılırdı) ve Neo-Sahaflar Şeyhi namıyla Rexx Sinemasında el altından bilet satan mösyö Küçükkürtül; Cağaloğlu’ndaki eski sahaf dükkânında laflıyorduk. Hiç unutmuyorum, saat 19.00 suları, meşhur kitap mezatına yarım saat kala yine Monica konusu açıldı… Mösyö Küçükkürtül sedef kakmalı piposunu yakıp kadınların hakikati üzerine gerdanlı bir nutuk çektikten sonra; Monica’nın aslında Rumeli’den göçen bir muhacir kızı olduğuna dair güçlü deliller sunarak ortalığı aleve verdi. Aman Tengrim! Monica bir Türk’tü! Üstelik bir ihanet kültürü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki istimlak politikalarından evvel ataları Eski Maraş’ta ikamet ediyorlardı… Harfi harfine inandım. Küçükkürtül’ün tornasında güzelleşen her şey eninde sonunda Türk oluyordu. Olmamasına da imkân yoktu. O kadar fasih bir Türkçe kullanıyordu ki, dünyada Türk’ten başka bir ırkın olacağına ihtimal veremiyordum. O sıralarda andropoza giren İlhan’ın sol gözü seyirmeye başladı ve Monica hakkında verdiği ince belli detayları maalesef burada açıklayamayacağım. Fante’nin üç numaralı beslemesi Charles Bukowski (Charles o sıralar sahife başına 5 Mecidiye ve Evkaf Vekaletinde maşıngalı bir oda karşılığında Tamim Gazetesinde fıkra muharriri olarak çalışıyordu) son noktayı koydu. “Her dibe vurduğumda, bir dip daha olduğunun keşfine varıyorum Raşit!” Derin bir sessizlik… Korkunç, derin bir sessizlik… Gözle görülen ağır bir melankoli Beyazıt’ı boydan boya kapladı ve kuzey rüzgârlarıyla Kensington Londra’ya; Virginia Woolf’un verandasına kadar dayandı. Biz Damat Ferit Paşa Hükümeti; bir yandan ballı hardallı gonglarımızı şopurdatırken diğer yandan Ramazan şerbetlerimizi yudumlamaya devam ediyorduk. Fırsattan istifade eden Küçükkürtül, Sicilya’nın Belluci ailesinin dünyanın ajan yetiştiren tek otoritesi olduğunu, Monica’nın da Arabistanlı Lawrence’ın sevgilisi olduğunu iddia ederek sedef kakmalı piposuna tütün doldurmaya başladı… Ani bir hamleyle “Nihal Atsız’da Hümanizm ve At Sevgisi” ismini verdiği pembe kalpli klasöründen konuyla alakalı resmi belgeleri çıkarmak üzere ayağa kalktı. Tam o sırada Ece Ayhan, Nilgün’ün kaba etlerine bir çimdik atıp bana da bir clark çekti ve çaktırmadan bu kokuşmuş lağım çukurundan yollanalım bro, işareti yaptı. Üçümüz Yahya Kemal’in yanına, baştan Beşiktaş vapuruna, oradan Kadıköyü’ne doğru akışa devam ettik.

Sulhi Ceylan: Zaten bütün mesele akışa devam etmek. Bu akışın devam etmesi için ne gerekiyorsa yapıyoruz. Önümüze çıkan her şeyi ezebiliyoruz. İçimizde deli gibi bir hayata tutunma isteği var ve bu isteğin tezahürleri her türlü haltı yemeyi mümkün kılıyor. İşte içindeki nefis yani canavarla savaşmayı göze alan kişiye insan ve bu canavarı yenene ise ârif diyoruz. E… biz ne olacağız diyebilirsin. Biz de beşer olarak adlandırılıyoruz. Gerçi Bizim Yunus beşer yerine hayvan diyor: “Yunus öldü diye salâ verirler / Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.” İnsanın hayvan yanı ölür ölür de ya diğer yanı… Hayvanınla mutlu musun?

Bahadır Dadak: Üniversite yıllarıma dönsem ve o vaktin Bahadır’ıyla yüzleşsem, Jiddu Krishnamurti’nin “Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.” aforizmasına yaslanır ve hayata acının kemendiyle tutunurdum. Suçu yine topluma, hayata, artık bir ergen klişesi haline gelen “sistemin açmazlarına” atardım. Ne büyük acizlik! Bütün namussuzluk, bütün hayvanlık, bütün madrabazlık insanın kendisinde oysa. Albert Camus’yu düşün… Kendi kimyasında aradığı, o durmadan dibe çöken anlamsızlığa bir panzehir bulamadığından, oturmuş, intihar felsefesini geliştirmiş. Hayata, ölümün penceresinden bakmış… Bense hep çok uzaklardaydım ve evime bir adım olsun yaklaşamadım. Oradaydım hep… Semerkant’ta, Buhara’da, Hicaz’da, Bağdat’ta, Mezopotamya’da… Oradan bakınca bile tam manasıyla yaşamın anlamını kavrayan tek bir dervişe rastlamadım. Rastlamaya da umudum yok. Yakınlığın bir hicap perdesi olarak tasavvuf kurumunu; o ağzından köpükler saçan hayvana kemik niyetine fırlattığı, insan olmanın, insan kalmanın çok zorlaştığı bir dönemden geçtiğimizi hissediyorum. Bir soruyla eli arttırayım hadi. Sen ki pirin eteğine yüz sürmüş bir Kalenderî dervişisin. Günümüzde tasavvuf kurumundan bahsetmek kabil midir? Hadi, kanımı akıt, tenimi hırpala, bıçakla beni!

Sulhi Ceylan: Allah’ın sevdiği kullar bugün de var ve biz görmesek bile yarın da olacak. Kader böyle. Sorun, o sevileni bulabilmekte. Sevilenin, sevilen olduğu ise genelde bilinmez. Sen kalabalıklara aldanma. Metropol köşelerinde, varoşlarda, yıkık binaların dibinde ara o sevilenleri. İnsanların “bu sevilendir”, dediğine de inanma ama onlara da kızma. Gerçi haklı oldukları da olabilir ama nadirattandır. Herkes bilincinin çocuğudur. Kim zıplamış kendi bilincinin dışına. Kim yüklemini düşürmüş salıncakta? Kim doğrusunu bilen? O halde istemek gerekir, sana senin gerçeğini gösterecek o zâtı talep etmek gerekir. Eğer yeterince istenirse yani istemek kesilirse bir insan, yol gözükür. Yar peçesini açar ve emanete ulaşırsın. Mesele saf kalabilmekte, insanları olduğu gibi kabul edebilmekte, Allah’ın kullarını Allah’a şikâyet etmemekte… Çünkü bu sonuncusu Allah’ın kaderinden hoşnutsuzluğu gösterir. Sözün özü, din insanın özünde yani kalbindedir. Kişinin kalbine eğilmesi için dıştaki din ile içteki dinin örtüşmesi gerekir. Bu ise hiç de kolay değildir. Kaba softa ham yobazlar izin vermez. Kınayıcının kınamasına aldırmamak gerekir. Derviş dedin ya bana, ondan bu süslü laflar… Herkes bir rüyadır yaşıyor işte, yorumlatmak ise az insana nasip oluyor. O bahtiyarlardan olmak mümkün mü?

Bahadır Dadak: Bir hayata tutunma teşebbüsü daha merhamet tecellisi ile sona erdi. Bu güzel… Tanrı’nın sesinin bir kadın şairde tecelli ettiği, asetonlu bir şiirle son düzlüğe girelim:

“Her şey arkada kaldı inleyerek ve gerinerek
Bir yolun da karşıdan karşıya geçme hakkı vardı
Say ki dibini boylamış bir resimden yürüdü Ada
sadece onun olan efsunlu kokusuna
Say ki üç kuruşa sattım kendimi o uçuruma”

Sulhi Ceylan: Eyvallah, o halde sözü Osman Kemâlî hazretlerine bırakıyorum.

”Her bir güzele meyl edip âteşlere yanma
Yûsuf çok olur Yûsuf-ı Ken’ân ele girmez.”

(Her güzele meyledip ateşlerde yanma. Yusuf çoktur ama Kenan ilinin Yusuf’u yani insan-ı kâmil kolay bulunmaz.)


Sulhi Ceylan – Bahadır Dadak Konuşmaları Serisi

VOL 1: Hiçbir Şey Hakkında Her şey
VOL 2: Çakır Gözlü Gülsüm Çıkmazı
VOL3: Kahrın Demir Dudakları

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Eric Hoffer , 18/05/2024

    Sevgili Bahadır,

    “Günde 12 saat çalışan bir liman işçisinin, ne kadar zeki olursa olsun, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahip olmasını beklemek zekânın doğasına ters bir kere… ” düşüncen beni mezarımda zıplattı.

    Lütfen aç ve biyografimi oku.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir