ATEŞTEN GÖMLEK: soL KÖŞEBAŞI (16 Mayıs 2024)

16 Mayıs 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI (16 Mayıs 2024)

İÇERİK:Yumuşamanın ekonomi politiği (Alpaslan Savaş)+‘Cumhurbaşkanı Yapay Zeka olsun’ (Nevzat Evrim Önal)+Ayasofya’dan sonra Kariye de cami oldu: 'Siyasal konjonktürden doğan ihtiyaç' (Nurdan Yıldırım)+Nakba'ya Türkiye'den bakmak: 'Filistin için artık her gün bir Nakba' (Özkan Öztaş)+Ata Emre'yi kim öldürdü? (Tuğhan Çağlayan)

Yumuşamanın ekonomi politiği (Alpaslan Savaş)

Türkiye sermaye sınıfı, AKP iktidarlarıyla elde ettiği genişlemeyi sıçratarak, kendisine lig atlatacak yeni bir birikim modeli yakalamak istemektedir.

Yerel seçim sonrası düzen siyasetindeki hakim eğilim “yumuşama” olarak adlandırılıyor. Tanım genel kabul görmüş durumda, herkesin ağzında. Dün yapılan AKP il başkanları toplantısında Erdoğan’ın da teyidi alınmış oldu. Erdoğan altını çize çize siyasetteki yumuşama iklimini şu cümlelerle övdü: “Siyasi atmosferde olan yumuşama ikliminde siyasetçilerin mesajları kadar toplumda siyaset kurumuna yönelik güvenin artmasının da önemli payı vardır. Bu iklimin geçici bir bahar esintisi değil, Türk siyasetinin hakim karakteri haline gelmesini ümit ediyoruz… Muhalefetteki muhataplarımızın da dirayetli davrandığını görüyor, bundan da ülkemiz siyaseti adına memnuniyet duyuyoruz.”

Durumu şöyle özetleyebiliriz. Sermaye sınıfı bir süredir AKP’ye, halk için ağır sonuçları olan bir IMF reçetesi uygulatmaktadır. Burada işleri zora sokacak bir muhalefet istememektedir. İsteklerine fazlasıyla karşılık veren ana muhalefet partisinin yerel seçimde elde ettiği gücü bu reçeteyi tıkır tıkır uygulatmak için değerlendirmektedir. Bunun için iktidar ile muhalefet arasında bir uyum yaşanmalı, bu uyum toplumda olumlu etki yaratmalı, böylece estirilen yumuşama rüzgarıyla, ufku sadece ekonomiyle sınırlı olmayan sermaye programının hayata sorunsuz geçmesi sağlanmalıdır.

Düzen siyasetinin temel motivasyonu bu yönde ilerliyor. Yoksa hiç adeti değildir, Erdoğan Özel ile durup dururken niye görüşsün? Ya da Alman Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’ye gelip kendisinden önce İmamoğlu ile görüşmesine Erdoğan neden “one minute” demesin? Erken seçim, seçim zaferi kazanan parti tarafından daha akşamında rafa kaldırılmış, DEM Parti AKP’nin açtığı yeni anayasa tartışmasının en isteklisi olmuş, Gezi Davası için kulislerden yeniden yargılama haberleri yayılmış… Anlayacağınız, yumuşama rüzgarı her pencereden içeriye girmektedir.

Hatırlanacaktır, benzer iklim Gülen tarikatının darbe girişimi sonrası da oluşturulmuştu. O zamanki adı “Yenikapı Ruhu” idi. Geçici de olsa sağlanan “uyum”, Erdoğan’a hayat öpücüğü olmanın ötesinde sermaye sınıfının yıllardır hayalini kurduğu başkanlık sisteminin de yolunu açmıştı. Sonra Beştepe’nin bin odalı koridorlarında holdingler için yürütülen hızlı bürokrasiye, bu sayede pat diye çıkarılan kararnamelere, şak diye verilen teşviklere tanık olduk.

O zaman da patronlar konuşulmuyordu, şimdi de.    

Güncel tartışma Erdoğan’ın bu iklimden yararlanıp siyasi ömrünü uzatıp uzatamayacağına odaklanıyor. Örneğin yeni Anayasa gündemi bu açıdan tartışılıyor. Oysa konu Erdoğan’ın siyasi ömrünün uzayıp uzamayacağından ya da bu ortamın insan hakları ve demokrasi alanında kimi iyileşmelere neden olup olmayacağından daha ötesine işaret ediyor. Düzen siyaseti yeni bir sermaye baharı yaratma göreviyle ilerlemektedir. Türkiye sermaye sınıfı, AKP iktidarlarıyla elde ettiği genişlemeyi sıçratarak, kendisine lig atlatacak yeni bir birikim modeli yakalamak istemektedir. Ulusal ve bölgesel ölçekte siyasi ve ekonomik boyutları bulunan bu iddia için ilk düzlük 2028 seçimleridir. Türkiye burjuvazisi bu düzlükte söz konusu hedef için en azından geri dönüşü olmayacak ölçüde yol alınmış olmasını beklemektedir.

Şimşek programının öngördüğü ölçüde üç yıl vidalar sıkılacak. 2028 seçimlerini kısmen rahatlayan bir ekonomiyle karşılayıp, o zamana kadar programın bütün yükünü üstlenen emekçi halkımız için sonrasında tünelin ucunda küçük de olsa bir ışık belirmesinin yeterli olacağını hesaplıyorlar. Bunun Erdoğan’lı ya da Erdoğan’sız olması bugünden bakıldığında sermaye sınıfı için artık pek de önemli değil. Stepne bagajdan dışarıya çıkmış durumdadır.

Peki nedir bu yeni bir sermeye baharı anlamına gelecek olan birikim modeli?

Merkezinde yüksek-orta teknoloji yoğunluklu üretimin toplam katma değer içindeki payının artırılması duruyor. Patron örgütleri hedefi, yüksek-orta teknoloji yoğunluklu imalat sektörlerinde sürdürülebilir rekabet gücü ile kalıcı-yüksek verimlilik artışı olarak özetliyor. Bu hedefin eğitim sistemine, istihdam biçimlerine, mevcut işsizliğin niteliğine, çalışma yaşamı ve sendikal alana köklü etkileri olacak.

Peki bunlar neler olur?

Sonraki yazıya bırakalım.

                                                          /././

‘Cumhurbaşkanı Yapay Zeka olsun’ (Nevzat Evrim Önal)

Siz “cumhurbaşkanı yapay zeka olsun” diye hayal kurmakla meşgulken, egemen sınıf kendi programladığı yapay zekayı cumhurbaşkanı diye tepenize getiriverir.

Siyasetten kaçmanın çeşit çeşit yolu var, en sık rastlananlardan biri de “teknokrasi” arayışı. Kimilerine göre, hükümetler siyasi mekanizmalar sonucunda değil de liyakat sahibi, hatta mümkünse alanının duayeni birtakım uzmanlardan kurulsa; bu kişiler ayaklarına siyasetin çirkinliklerinin dolaşmayacağı ölçüde güçlü yetkilerle donatılsalar, mümkün olan en iyi yürütme aygıtını elde ederiz.

Bu düşünce, en komik halinde, ortaokulda hayalindeki futbol takımının ilk 11’ini yazan oğlan çocuğu gibi bakanlar kurulu kurar: Maliye Bakanı Özgür Demirtaş, Kültür Bakanı İlber Ortaylı, İmar Bakanı Naci Görür…

İnsan bir kez insanlıktan umudu kesmeye görsün, kurtuluşu nerede arayacağını şaşırır.

Bu duygu durumu ve düşünce sistematiğinin, kendisine ütopya gibi görünen son icadı “akıllı devlet.” İddia şu: Yapay zekanın gelişimi, karar alma ve planlama süreçleri açısından büyük olanaklar sunuyor. Bu olanaklar devlet yönetiminde kullanıldığı takdirde ortaya çok daha hızlı ve doğru kararlar alıp, bu kararları çok daha etkin biçimde uygulayabilen bir devlet çıkabilir. Böyle bir ilerleme devleti hem en temel sorunu olarak hantallıktan kurtarır hem de çok daha “objektif” hale getirir, ne güzel olur...1

Bu düşünce sistematiğinde iki sorun var. Sırasıyla inceleyelim…

                                                          ***

Birinci sorun şu: Bu düşünceye göre iyi işleyen bir devlette, devletin fonksiyonlarının en azından önemli bir bölümünün icrası herkes için geçerli ve nesnel kurallara bağlı olmalıdır. Böyle değilse ya devlet kurumlarının tasarımı hatalıdır, ya da memurlar beceriksiz veya yolsuzdur.

Oysa bu düşünce kökten yanlıştır. Devlet, birilerinin masa başında tasarladığı, başka birilerinin de başına oturup kullandığı nesnel bir makine değildir. Her devlet, kurumsal yapısını oluşturduğu toplumun çelişkilerini, çıkar çatışmalarını, eşitsiz güç ilişkilerini yansıtır ve toplumsal temeldeki bu faktörler değiştikçe devlet de değişir.

Zenginler ve yoksulların çok keskin biçimde sınıflara ayrıştığı günümüzün kapitalist toplumunda “nesnel” hiçbir durum ya da sorun bulamazsınız, kaba tabirle “her şey sınıfsal”dır. Dünyaya dinozorların sonunu getirenle aynı boyda koca bir göktaşı yaklaşıyor olsa; bu tehlikenin nasıl bertaraf edileceği ya da öncelikle kimlerin kurtulması için önlem alınacağı bile sınıfsal bir mesele olacaktır. Nilhan Kışlalı’nın referans verdiğimiz yazısında devletin tarafsız olması gereken (dolayısıyla yapay zekaya bırakılabilecek) alanlara örnek olarak afet müdahalesi gösterilmekte ve 6 Şubat depremlerinde devletin ne kadar yavaş, yetersiz kaldığından bahsedilmektedir. Oysa yaşanan bu değildi, AKP iktidarı 6 Şubat depremlerinde yetersiz falan kalmadı, korkunç bir felakete kendi ayrımcı ideolojisi ve temsil ettiği sermaye çıkarları doğrultusunda yaklaştı. Ortada bir beceriksizlik ya da basiretsizlik yoktu, ya da en azından bu faktörlerin etkisi çok sınırlıydı. 

İnsanlar halen enkaz altında can çekişiyorken banka kasaları kurtarılıyordu.2

Altını çizmek istiyorum. “Bu düzende bu kadar olur” deyip kestirip atmaya çalışmıyorum. Ne var ki, tarafsız bir devlet arayışının iyi niyetli ancak fazlaca naif olduğunu düşünüyorum. Devletin tarafsız, tüm yurttaşlara hizmet etmek için çalışan ve tüm yurttaşların iyiliğini düşünen bir yapı olmasını istiyorsak, önce bir zahmet onu tüm yurttaşların devleti yapmamız gerekiyor.

Bu olmaksızın yapay zeka yoluyla devleti nesnelleştirmeye yönelik her çaba, devlet tarafgir olmaya devam ederken, yürütmesi bu tarafgirlik doğrultusunda programlanmış bir yapay zekaya devredilen fonksiyonların üzerine bir “objektiflik” örtüsü örtülmesine, bu fonksiyonların siyaseten daha da sorgulanamaz hale gelmesine neden olacaktır.  

                                                          ***

İkincisi, olması gerekene yönelik soyut tartışmaları bırakıp mevcutta olana baktığımızda, çok açıklayıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Zira, yapay zekanın hızlı ve etkin karar alma becerileri devletler tarafından çoktan kullanılmaya başladı. Bilhassa insanların vicdanları gereği almakta tereddüt edeceği kararlar giderek daha yaygın biçimde yapay zekaya aldırılıyor.

Bunun bir örneğini geçtiğimiz haftalarda birden fazla yazıda Korkut Boratav hocamız ele aldı.3 İsrail, Gazze’de yürüttüğü soykırımda yapay zekadan kapsamlı biçimde yararlanıyor: Gazze’de yaşayan milyonlarca insana dair toplanan (ve büyük veri kategorisine giren) istihbarat yığını kullanılarak kimlerin “terörist” olduğuna karar verilmesi, yüz tanıma sistemleriyle bu kişilerin izlenmesi ve konutlarına girdiklerinde imha edilmeleri için çok katmanlı bir yapay zeka sistemi kullanılıyor. Bir detay da şu: bu imha gerçekleşirken “sıradan” hedefler için 5, “rütbeli” hedefler için 20 sivil ölümü olağan kabul ediliyor.

Çünkü algoritma bu parametrelerle programlanmış.

Bir başka örnek verelim. Oxford Üniversitesi’nden Emre Eren Korkmaz, yakında Türkçeye de çevrilecek son kitabı Akıllı Sınırlar, Dijital Kimlik ve Büyük Veri’de yapay zekanın emperyalist ülkeler tarafından nasıl sınır ve göç kontrolü için kullanıldığını inceliyor. Korkmaz, uygulamayı şöyle özetliyor: 

"Sınır ve göç yönetimi alanında, gözetim teknolojileri söz konusu olduğunda en belirgin örnekler akıllı sınır uygulamalarıdır (...) Drone, uydu ve sensör gibi çeşitli araçlar kullanılarak toplanan gerçek zamanlı verilerin akışı ve tarihsel veri setleriyle karşılaştırmalı analizi, insan hareketlerinin tahmin edilmesi, önlenmesi ve kimlerin sınırları geçmesine izin verileceğine karar verilmesinde çok önemli bir rol oynamaktadır."4

Bunları dehşet örnekleri olsun diye anlatmıyorum. Bugünün dünyasında, bugünün devlet mantığı çerçevesinde yapay zekanın en kullanışlı olacağı yerler, insana yaptırılması politik ya da stratejik açıdan sakıncalı devlet fonksiyonları olacaktır: Şiddet, istihbarat, vb.  

Dikkat edin, bu ve benzer örneklerin hiçbirinde Terminatör ya da Matrix filmindeki gibi insanlar makinelerle savaşmıyor; insanlar insanlarla savaşıyor. Ne var ki taraflar korkunç derecede eşitsiz; zenginlik yaratan araçlar hangi sınıfın elindeyse, ayrımcılık yapan, insan seçip katleden araçlar da aynı sınıfın elinde. 

Brecht’in “Generalim, tankınız ne güçlü. Ama bir kusuru var, ister bir sürücü” dizelerini çoktan geride bıraktık. Devletlerin şiddet aygıtları giderek insansızlaşıyor ve bu, yapay zeka sayesinde oluyor. Atomu parçalamayı bulduğunda ilk iş olarak atom bombası yapan emperyalizm, yapay zekayı da öncelikle daha etkin biçimde sömürü ve katliam gerçekleştirmek için kullanıyor.

Bu durumun biz bir kenarda oturup güzel şeyler temenni ederken kendiliğinden insanlığın ortak yararına olacak biçimde değişmesini beklemek için ise bir sebep yok.

                                                          ***

Yapay zeka alanında yaşanan hızlı gelişmelerin çok büyük olanaklar barındırdığından ve her büyük teknolojik sıçrama gibi toplumun işleyişinde de önemli sonuçlar yaratacağından kuşku duymuyorum. Yalnız, maalesef, içinde yaşadığımız toplumun kaynağındaki (ya da “mülkün temelindeki”) adaletsizlikleri kendi orta sınıf ideolojileri nedeniyle görmeyip; sevindirik olmuş halde, “davalara hakimler yerine yapay zeka baksa adalet hızlanır” gibi önerilerle sepetini kapıp pikniğe koşanlara “yağmur yağacak” demek zorundayım. 

Yapay zeka çoktan, sadece devlet değil sermaye tarafından da çok yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Örneğin onun sayesinde, bir depo işçisiyseniz, belli bir süreden fazla hareketsiz durduğunuz veya tuvalette kaldığınızda otomatik olarak maaşınızdan kesinti yapılabiliyor. Ya da internette, arama motorunda yaptığınız aramalar ve sosyal medyada yaptığınız paylaşımlardan otomatik olarak bir kullanıcı/tüketici profiliniz çıkartılıp, önünüze hem sizi daha fazla ekran başında tutup vaktinizi çalacak içerikler hem de satın almayı daha çok isteyeceğiniz ürünlerin reklamları dayanabiliyor.

Bu yüzden, devletin ne olduğunu dahi anlamadan, onun fonksiyonlarını siyasi olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırıp, siyasi olmadığını zannettiklerinizi yapay zekaya havale ederken dikkatli olmanızı öneririm. Siz “cumhurbaşkanı yapay zeka olsun” diye hayal kurmakla meşgulken, egemen sınıf kendi programladığı yapay zekayı cumhurbaşkanı diye tepenize getiriverir. Ve o sizi yoksullaştıracak tasarruf tedbirleri uygularken, siz kendinizi “objektif” zannedildiği için siyaseten sorgulanması ve hesap vermeye zorlanması çok daha zorlaşmış bir otoritenin inşasına katkı koymuş bulabilirsiniz.

Kariye Müzesi de cami olarak ibadete açıldı, tartışmalar başladı. Miçotakis ziyaretinde tepki gösterdi, sanat tarihçisi Abdullah Deveci konuyu soL'a değerlendirdi.

İstanbul Fatih’te Bizans İmparatorluğu döneminde 6. yüzyılda inşa edilen Chora Manastırı Kilisesi (Kariye Müzesi), 2020 yılındaki Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek cami statüsüne alınmasıyla 6 Mayıs günü cami olarak ibadete açıldı.

Ayasofya’nın ardından Kariye Müzesi’nin de camiye çevrilmesi tepkilere neden oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ankara'yı ziyaret eden Yunanistan Başbakanı Miçotakis'le düzenlediği basın toplantısının gündemlerinden biri de Kariye oldu. 

Miçotakis, “Türk yetkililerin Bizans İmparatorluğu’na ait Kariye Manastırı’nı cami olarak kullanmaya yönelik son kararı ve Ayasofya ile ilgili eski karar beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Bu kararlar, anıtların ekümenik karakterine ve karşılıklı anlayışı geliştirmeye yönelik ortak çabalarımıza aykırıdır” dedi.

Eskişehir Okulu akademisyenlerinden sanat tarihçisi Abdullah Deveci soL’a konuşarak durumu değerlendirdi.

Siyasi olan ve günlük yaşama sinen algıların dönemlere göre değiştiğinin vurgusunu yapan Deveci, “Bu Bizans için de geçerli. Fatih’in Bizans’a yaklaşımı günümüzden farklıydı. Keza erken modern dönemlerde ulus devletler belirmeye başladıkça Osmanlı entelektüellerinin çoğu için ve siyasal erkin şöyle ya da böyle sahipleri Bizans’ı Fatih’ten farklı değerlendiriyorlardı. Günümüzde hâlâ her yıl fethedilen İstanbul, bu anlayışın sahiplerince kültürel mirasımızın bir parçası değil. Böyle yaparak hem Yunanistan’a ama daha kapsayıcı bir duruşla Batıya, ‘Biz farklıyız’ demek istiyorlar. Fütuhat, Türkiye siyasal yelpazesinin bir bölümü için hâlâ meşru bir talep. Son yıllarda İstanbul, Trabzon ve İznik Ayasofyaları camiye çevrilmesi bu fütuhatı isteyen/sahiplenen siyasal yaklaşımlarıyla ilgili gibi görünüyor” dedi.

                                           İbadete açılmadan önceki hali.

Bunun bir ihtiyaçtan mı kaynaklandığı sorusuna Demirci’nin yanıtı belli: “Elbette değil”.

Demirci şöyle devam etti:

“2019 yılında bir mitingde Sayın Erdoğan ‘Ayasofya açılsın’ diye bağıranlara, ‘Siz önce Sultan Ahmet’i bir doldurun, sonra ona bakarız’ demişti. O günden bu yana İstanbul Ayasofya’sı dolmadığı gibi Sultan Ahmet ve diğer camiler de dolmadı. Üstelik cuma günleri dahil. Ama ne olursa olsun, gergin siyasal konjonktürden doğan ihtiyaçtan dolayı, bir sığınma yeri olarak Ayasofya dahil, pek çok Bizans kilisesi camiye çevrildi. 5. yüzyıldan 14. yüzyıla uzanan yapım evreleri olan Chora Manastırı Kilisesi de bunlardan biri. Bütün bu tercihlerin Bizans’la ilgili olduğu sanılmasın.

Dünyayı bir kere bir kere biz ve ötekiler diye ayırmaya başladığınızda yutulacak lokmaya göre hedefler ve düşmanlar değişir. Bu anlatılanlar sadece Bizans’ı özetlemiyor. Günümüze okunabilir bir vaziyette gelmiş ve insanlığın ortak miraslarından biri olan bir Ermeni Kenti olan Ani Ören Yeri kazıları her araya sıkıştırılan aralıkta mehter marşı eşliğinde yapılmakta.

Tekrar Fatih’e döneceğim ve Bellini’nin yaptığı resimde olduğu gibi kendimize güvenmemiz gerektiğini hatırlatacağım. Tıpkı daha sonra Atatürk’ün yaptığı gibi. Atatürk’ün İstanbul’un sahibi olduğumuz konusunda bir şüphesi yoktu. Korkusu da yoktu. Şüphesiz Ayasofya’yı ve Chora’yı müze yapan anlayış hem kendine güven hem de tarihsel mirası sahiplenmeyle ilişkiliydi.”

Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetinde olan ve 21 Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle cami statüsüne çevrilen İstanbul'daki Kariye Camii, ibadete açıldı. Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Dünden bugüne Kariye: Akıllardaki sorular

Hristiyan resim sanatının en önemli mozaik ve fresklerine sahip olmasıyla bilinen kilise, 8. yüzyılda ikonakırıcılık döneminde tahribata uğramış, 843’te toplanan konsilin ardından ikona kültünün serbest bırakılmasıyla büyük bir kampanyayla yeniden onarılmış ve yeni yapılar eklenmişti.

Daha sonra Latin istilasında harap olan yapı, 12. yüzyılda yeniden onarılarak mozaik ve fresklerle süslendi. İstanbul’un fethi sırasında zarar görmeyen yapı 58 yıl kilise olarak kullanılmasının ardından 1511 yılında sadrazam Atik Ali Paşa tarafından, mozaik ve freskler sıva ile kaplanarak ve çan kulesinin yerine minare inşa edilerek camiye dönüştürüldü. 1766 Büyük İstanbul depreminden sonra büyük bir onarım geçiren yapıda gizlenen mozaik ve freskler temizlenerek ortaya çıkarılan tasvirler ahşap kapaklarla örtüldü. 

Cumhuriyet dönemindeyse yapı Bakanlar Kurulu'nun 1945 yılında aldığı karar ile müzeye çevrildi. 1948'den 1958'e kadar yapılan çalışmalar sonucunda tüm mozaik ve freskler ortaya çıkarılarak müze ziyarete açıldı. 1945 tarihi Bakanlar Kurulu Kararı 2019 yılında Danıştay tarafından iptal edildi. Hakkında "Devlet, vakıfları muhafaza edebilir, onlara müdahale edemez" kararı verilen yapı, 21 Ağustos 2020 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararıyla Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredildi. Restorasyonu tamamlanan yapı 6 Mayıs 2024’te cami olarak ibadete açıldı. 

Yapının ibadet edilen kısmı naos (harim) bölümünde yer alan tasvirler mermer kapaklar ardına gizlenirken bu bölüme kadınların girmesi yasaklandı. Kariye’ye girişler şimdilik ücretsiz.

Erdoğan, yapının herkesin ziyaretine açık olduğunu söylese de Ayasofya’da olduğu gibi yapının belli kısımlarını ziyaret etmek için ücret alınıp alınmayacağı merak konusu.

              

Ayasofya kemirgenlerinin kısa tarihi-Orhan Gökdemir (05/06/2021)

Tarihinin gösterdiği gibi zaman zaman böyle dev Ayasofya kemirgenleri ürer. Geriye ne kaldıysa kemirir, üstüne pisler. Binanın tarihindeki kısa parantezlerden biridir…

Eskiden de ibadete açıktı, Cumhuriyet bu çok kültürlü, çok inançlı yapıyı müze yapmayı tercih etti. Kilise olarak biliniyor ama esasında bir pagan mabedidir. Ayasofya’dan söz ediyoruz.

Bugünkü şeklini alana kadar birkaç kere yıkıldı yapıldı. Temelleri altında bir pagan mabedi -Güneş tapınağı- olduğu sanılıyor. Sütunları Efes’teki Artemis Tapınağından, Mısır’daki Güneş Tapınağından, Lübnan’daki Baalbek Tapınağından ödünç alınmış. Yapı taşları Mısır’dan, Yunanistan’dan, Marmara (mermer) Adasından, Suriye’den, Afyon’dan, Kuzey Afrika’dan devşirilip İstanbul’a taşınmış. Eski kiliselerin çoğunluğu, eski pagan mabetleri üzerine kurulu zaten. İlk Hıristiyanlar kendileri ile rekabet eden eski inançlarla mücadele içindeydiler. Devlet tarafından kabul görünce mazlumluktan zalimliğe terfi ettiler, yüzyıllar boyunca pagan inançlıları kovaladılar, vurdular, öldürdüler. Mabetlerini yıkıp üzerlerine kiliseler yaptılar. 

Ayasofya’nın benzer bir tarihi var. Altında yatanı bilmesek bile yapıtaşları eski mabetlerin yağmalanmasından bakiye. Zaten adı da bir tür sentez; Ayasofya, Agia Sofia, Hacı Sofya o senteze işaret ediyor. Gelgelelim Hıristiyanlık tarihinde böyle önemli bir yapıya adını verecek “Sofia” adında herhangi bir “hacı” yok. Haliyle “bilgelik” anlamındaki “Sophos” kaynağı. Bilgi kilisesi veya kutsal bilgi kilisesi anlamına geliyor olmalı. Hıristiyanlıkta ne “sophos”u olacak? Bildiğiniz pagan bilgeliği bu. “İsis”in arada aziz ilan edilmiş hali olması yüksek ihtimal. İsis, bir bakıma “Meryem” söylencesinin de kaynağıdır. Her ne ise, Hıristiyanlar o bilgeliğin üzerinden silindir gibi geçince kendi gitmiş adı kalmış yadigâr.

Biraz aşağısında, deniz kenarında bir adaşı var, “Küçük Ayasofya Camii”dir. O da bir kilise ve büyük olasılık onun da temellerinin altında bir pagan mabedinin kalıntıları var. Zaten kitabesinde yapının “Bakhos”a adandığı yazıyor ki, Bakhos, bizim “şarap tanrısı” Dionysos’un Roma versiyonudur. Osmanlılar şehri “feth” edince eskileri yıkmaya gerek duymadılar. Yanlarına birer minare dikip camiye dönüştürdüler. Bakmayın abarttıklarına, dinler arasında geçişler bu kadar kolaydır. 
Türkiye’de aynı adı taşıyan pek çok kilise-cami var. Edirne Kaleiçi’ndeki Ayasofya Kilisesi böyle. Kırklareli’nin Vize ilçesindeki Küçük Ayasofya orijinal hali büyük ölçüde korunmuş bir Doğu Roma kilisesi. Trabzon’un Ayasofya’sı müze ile cami olma arasında gidip geliyor. Yakınlarda AKP’li müteahhide verdiler, kazıp bahçeyi her türlü yeşillikten arındırdı o da. Turistler bu ucubeyi görüp eli eteği çekince esnaf “yeniden müze olsun” diye kampanya başlattı. Gümüşhane, Zonguldak ve İznik’te de var birer tane. Büyük Ayasofya’nın hemen arkasında Aya İrini var, fetihten sonra camiye çevrilmemiş kiliselerdendir. Fatih’in Hıristiyan olan annesinin ibadeti için kilise olarak koruduğu iddia ediliyor. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak inşa edildi. Yani esasında o da bir pagan mabedi.

                                                           ***

Eski zamanlarda Osmanlı topraklarında olup şimdi başka devletlerin sınırlarında kalan Ayasofyalar da var. Bunlardan en bilineni Selanik’tedir. Fatih, Ayasofya Kilisesini ibadete açarken, Selanik'teki Ayasofya Kilisesini Sırp Kralı Brankoviç’in kızı Despina’ya hediye etti. Despina, ölene kadar dinine bağlı kaldı, evladı veya evlatlığının sorun etmediğini biliyoruz. Selanik Ayasofya’sı 1912’de, şehrin Helenlere tesliminden pek az sonra camiden kiliseye çevrildi. İçindeki eklentileri dışarı çıkardılar, sağ tarafına bitişik uzun gövdeli minareyi yıktılar. Müezzin mahfili avlunun bir köşesine gömüldü, içine toprak doldurulup çiçeklik biçimine sokuldu. Böylece aslına rücu etti. Bu da başka türlü bir dönüşümdür.

AKP döneminin modası oldu. Büyük Ayasofya’dan sonra Hora kilise müzesini de, Khora-Kariye, ibadete açtılar. Böyle pek çok dönüşüm var. “Un Kapısı”nda Pantokrator Manastır Kilisesi ibadete açıldı misal. Fatih bu yapıyı medreseye çevirmeye karar vermişti. Molla Zeyrek Mehmet Efendi’yi görevlendirdi “dönüşüm” için. Mehmet Efendi biraz hazırcevaptı, zeyrek lakabını o yüzden takmışlardı. Bir semtin adıdır şimdi.

Camiye çevirme dedikleri ne? Kilise içindeki ikonaları boşaltıyorsun, fresklerin üzerini badana ile kapatıyorsun, al sana cami! Büyüğünü de alay-ı vâlâ ile ibadete böyle açtılar. “Ayasofya Cami-i Kebiri” diyorlar şimdi. Öyle bir ad ki bu içinde Yunan bilgeliği, Paganizm, Hıristiyanlık ve İslam barış içinde bir arada yaşayabiliyor! Dinler tarihinin cilvelerindendir…

                                                            ***

“Ayasofya” bu dönüşümlere alışık aslında. Tarihi boyunca o inanç senin bu inanç benim dolaşıp durmuş. İlk gençliğini katedral olarak tamamlamış. Bu arada şehirde çıkan ayaklanmalarda birkaç kez yakılıp yıkılmış. Her defasında yeniden ayağa kalkmış. Roma kilisesi bölününce Ortodoks kilisesine dönüşmüş. Haçlılar şehri “feth” edince Katolik kilisesi olmuş. Tabii fırsat o fırsat yağmalamışlar, soyup soğana çevirmişler, eski sahiplerine kılıç göstermişler. Ortodokslar geri alınca yeniden Ortodoksluğa duhul. 1453’te “cami oldun sen” demişler, sesini çıkarmamış. 1934’te bakımını yapıp, elini ayağını düzelttikten sonra kapısına “müze” tabelası asmışlar. Cumhuriyetin ilanıdır. Şimdi yeniden cami. Cumhuriyetin yıkıldığını ilan ettiler böylece. Ama tabii yeniden müze veya kilise olma şansı var. Tarihinin gösterdiği bu.

Yunan bilgeliği, Paganizm, Hıristiyanlık ve İslam “Ayasofya”da barış içinde bir arada yaşayabiliyor ama müze iken camiye dönüştürenler çok öfkeli. Bütçesi hormonlu Diyanet Başkanı Ali Erbaş müzenin camiye açılışında hutbeye elinde kılıçla çıktı. Cumhuriyete, kurucusuna ve halka kılıç gösterdi, beddua etti. Ardından Ayasofya başimamı olarak atanan Mehmet Boynukalın nam tuhaf kişi, laikliğin kaldırılmasını, devletin dininin İslam olarak anayasaya konulmasını istedi. O gitti gitmedi tartışması sürerken AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı “hafızlık” töreninde vaaz veren imam Mustafa Demirkan, kurucu Mustafa Kemal’e “zalim ve kafir” dedi. Küfrünün görünüşteki sebebi kiliseyi müze yapması…

Zamanımızın şişirilmiş kahramanları bunlar. İsimleri farklı olmakla birlikte bunlar aynı cemaatin üyeleri. Düzenin resmi ideoloğu Püsküllü Kadir’in paltosundan çıkma hepsi. Kinleri sadece Mustafa Kemal’e değil haliyle. Cumhuriyete, laikliğe, “seküler yaşam biçimini benimseyen halka” dinmeyen öfkeleri ve bitmeyen bir kinleri var. 

                                                            ***

Ama Ayasofya’nın anlamı bütün bu itiş kakışın ötesinde. Uzun yıllar üstü kapalı en büyük cami olma rekorunu elinde tuttu. Büyük kubbesinin sağladığı geniş açıklık sebebiyle sanat tarihinin ve mimarinin köşe taşlarından biridir. Bu mimari Yunan “basilika” tipinin yerine geçerek mimaride çığır açmıştır. Tuğla ile inşa edilen büyük ilk yapılardan biridir. Yapımından sonra Asya ve Avrupa’daki kilise mimarisine esini vermiştir. Bütün Rumeli’ndeki cami mimarisi de bu binanın minyatür kopyalarından ibarettir. 

Yani kilise, müze veya cami olarak tanımlanması insanlık tarihindeki önemini ne arttırır ne azaltır. Ayasofya insanlığa bırakılmış büyük bir kültür mirasıdır. 

Elde kılıç mirasın gerçek sahibi halka kabadayılık taslayan “fetihçi” şişirilmiş kahramanlara gelince; tarihinin gösterdiği gibi zaman zaman böyle dev Ayasofya kemirgenleri ürer. Geriye ne kaldıysa kemirir, üstüne pisler. Binanın tarihindeki kısa parantezlerden biridir…

                                                               /././

Nakba'ya Türkiye'den bakmak: 'Filistin için artık her gün bir Nakba' (Özkan Öztaş)

15 Mayıs, İsrail'in kuruluşunun 76. yıldönümü. Filistin ise bu günü Nakba yani felaket günü olarak tanımlıyor. Nakba'yı gazeteci Hasan Sivri, Musa Özuğurlu ve Mustafa Kemal Erdemol soL için değerlendirdi.

İsrail'in kuruluş tarihi olan 14 Mayıs 1948'in ertesi günü "el Nakba" yani "Büyük Felaket", 76 yılını geride bıraktı. Nakba, yüz binlerce Filistinlinin ülkelerinden koparılışının dönüm noktası olarak anılıyor. 

Yahudiler yüzyıllarca yaşadığı trajedinin, dışlanmanın, soykırıma uğramanın hiçbir zaman sorumlusu olmamış Filistinlinin elinden aldığı topraklarda her 15 Mayıs’ta İsrail’in kuruluşunu kutlarken, Filistinliler çalınmış yurtlarındaki bu “şölen” karşısında acı çekiyorlar.

Nakba diğer yanıyla Filistin halkının vatansızlığa mahkûm edildiği gün olarak tarihe geçti. soL olarak Nakba'ya Türkiye'den gazetecilerin gözüyle yeniden bakmak istedik. Gazeteci Hasan Sivri, Musa Özuğurlu ve Mustafa Kemal Erdemol Nakba'yı soL için değerlendirdi. 

'Mevcut durum işgalin kabullenildiği manasına gelmiyor'

76. yılında olan işgalin aynı zamanda kabullenilmiş olduğu manasına gelmediğine işaret eden gazeteci Hasan Sivri diğer yandan 76 yıldır gerek İsrail gerekse Filistin taraflarının hafızasında Nakba'nın hâlâ güncel ve canlı olduğuna işaret ediyor. İsrail güçlerinin son yaşanan saldırıları ikinci bir Nakba olarak kodladıklarına dikkat çeken Sivri şunları söylüyor:

"Nakba, Filistinliler açısından 530-540'ın üzerinde köyün saldırıya uğramasından ve işgal edilmesinden ve Filistinlilerin yerinden edilmesinden sonra kendine İsrail diyen siyonist terör örgütlerinin tehcirlerinden ve saldırılarından sonra bu örgütlerin kendilerine İsrail devleti dedikleri ve bunu ilan ettikleri gün. 

Filistinliler açısından Nakba, yani Büyük Felaket olarak anılsa da bu gün, bu mevcut işgalin kabul edildiği manasına gelmiyor. Bugün Gazze'de tanık olduğumuz şahit olduğumuz soykırım süreci, İsrail'in Gazzeliler başta olmak üzere Filistinlilere yönelik sürdürdüğü şiddet tam da Nakba ile ilişkilidir. 

Çünkü, bu toprakların asli unsuru olmayan yerleşimciler gelip buraya yerleştirildi. Buna yerleşimci kolonyalizm deniyor. Ve bu yerleşimci kolonyalistler 76 yıl sonra bugün yine 'Size ikinci bir Nakba yaşatacağız' sloganlarıyla, 'sadece Gazze'den değil, sizleri Ürdün'e doğru Batı Şeria'dan da kovacağız' diyor İsrail orduları.

Bir diğer önemli nokta ise 76 yıldır birçok savaşta, birçok krizde, birçok çatışmada, Filistin'in zaman zaman gündemden düşse de birçok krizde bu konunun mücadelenin merkezinde yer aldığını görüyoruz. Çatışmaların ana motorunu bu oluşturuyor diyebiliriz. Bunun nedeni aslında çok net. Bir yerleşimci kolonyalizm var ve bu yerleşimci kolonyalizm sona erdirilene kadar o topraklarda barış olabileceğini düşünmüyorum. Bunun Cezayir örneği var dünyada, başka başka coğrafyalardaki örnekleri var. Bugün bu çağda Filistinliler bu yerleşimci kolonyalizmle barıştırılmak isteniyor. Filistinlilere bu dayatılıyor. Oysa İsrailli yerleşimciler Filistinlileri tehcire zorluyor ve sizlere ikinci Nakba'yı yaşatacağız diyor."

                                                   Gazeteci Hasan Sivri

'Filistinliler her şeyin farkındaydı'

Yaşanan gelişmeleri ve tarihsel süreci ele alırken Filistinlilerin aslında her şeyin farkında olduğunu belirten gazeteci Musa Özuğurlu, İsrail'in Filistinlilere karşı yaşattığı acıların Nakba'dan öncesine de işaret ediyor. Nakba'nın Filistin mücadelesindeki ilk resmi yenilgi olduğunu belirten Özuğurlu aynı zamanda bu yenilgilerden ders çıkaran bir Filistin direnişi gerçekliğine de dikkat çekiyor.

"1948'te İsrail'in kuruluşunun ilan ediliş olması Filistinliler açısından gerçekten çok büyük bir felaket. Aslında o döneme kadar Filistinlilerin verdikleri mücadeledeki ilk büyük yenildi bu oluyor. Ve Nakba bu yenilginin resmileşmesidir. Çünkü daha öncesinde Birleşmiş Milletler'in almış olduğu bir karar vardı. İki devletli çözüm. Hatta iki buçuk devletli desem daha doğru olacak. Bir tarafta Filistin, bir tarafta İsrail, bir tarafta da Birleşmiş Milletler gözetiminde Kudüs ve çevresiyle ilgili bir düzenleme söz konusuydu.

Daha öncesinde Yahudilerle, Araplar arasında bir çatışma vardı. Batı destekli hareket eden Yahudilerin birkaç örgütü vardı. Bu örgütlerin bazıları yer altı örgütleriydi. Ve bunlar ciddi bir biçimde Filistinlilere zarar veriyorlardı. Filistinlilerse kendi içlerinde kendi topraklarını uluslararası bir komployla kaybetmek üzere olduklarının farkındaydılar. O zamanların gazetelerindeki manşetlerden, karikatürlerden yola çıkarak söylüyorum bunu. 

Şimdi mesela Filistinlilerin kendi topraklarını sattığı efsanesi var. Evet böyle az sayıda örnek vardı ama bu toprakları satan Filistinlileri cezalandırıyorlardı. Zira Filistinliler her şeyin farkındaydı. 14 Mayıs 1948, Filistinlilerin bu mücadelede yedikleri en büyük darbedir. Bugünden bakıldığında belki de bugüne kadar devam eden acılarının başlangıcıdır. Bu zulmün resmileştiği dönemdir. 

Bugün İsrail ülke dışına getirdiği Yahudi yerleşimcilerle, keyfi tutuklamalarla, katliam uygulayarak bir düzen kurdu. Ancak burada biliyoruz ki Filistinliler darbe yiye yiye mücadele etmesini de öğrendi. Sonrasında ortaya çıkan El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi hatta bugünlerdeki en popüler örgüt olan Hamas gibi örgütler direnişin silahlı tarafını kurdular. Çünkü karşılarında bir İsrail devleti var, ordusu var, dünyanın bu devlete açıktan yaptığı bir destek ve yardım var ama diğer tarafta kendi yöntemleriyle mücadele eden tek başına Filistin var. 

Evet Nakba bir felaketin adı. Ama bir gün değil bu. Nakbayı bir süreç olarak ele almak lazım. Nakba bugüne kadar devam eden sürecin, katliamların ve Filistin halkının yaşadığı acıların genel adıdır."

                                                           Gazeteci Musa Özuğurlu

'Yaklaşık 800 bin Filistinli yurtlarını terk etmeye zorlandı'

Yaşanan acıların ve sorunların artık kanıksandığına dikkat çeken gazeteci Mustafa Kemal Erdemol, İsrail'in yarattığı vahşetin ve katliamın batılı emperyalistler tarafından görmezden gelindiğine dikkat çekiyor. 76 yıllık süre zarfında yaklaşık 5 milyon Filistinlinin topraklarını terk etmek zorunda kaldıklarına dikkat çeken Erdemol, Arap devletlerinin işbirlikçi tutumunu da hatırlatıyor:

"Filistinliler her yıl olduğu gibi bu 15 Mayıs’ta da vatanlarından zorla kovulmanın, bir daha da dönmemin acısını yaşıyor. İsrail’in bağımsızlığını elde ettiği 14 Mayıs 1948’den bir gün sonra yaklaşık 800 bin Filistinli yurtlarını terke zorlandı. 15 Mayıs 1948’de başlayan Arap-İsrail savaşının belki de en büyük kurbanı Filistinliler oldu. İsrail’in gerici Arap rejimlerinin basiretsizliği yüzünden bölgenin büyük gücü olarak ortaya çıktığı bugün Filistinlilerce Nakba (Büyük Felaket) olarak adlandırılıyor. 

Bu tarihten günümüze kadar beş milyon Filistinli yurdundan kovulup Ürdün’e, Gazze Şeridi’ne Batı Şeria’ya, Suriye’ye, Lübnan ile Doğu Kudüs’e sürüldü. Nakba artık Filistinliler için sadece acı bir yıldönümü değil, süregelen bir 'kader' olmuştur.

                                               Gazeteci Mustafa Kemal Erdemol

Yanlış önderliklerle, gerici Arap rejimlerinin büyük güçlerle iyi geçinme tutumlarıyla, kendi içinde parçalanmışlığıyla bugün dünyanın en talihsiz, en yalnız bırakılmış halkı olan Filistinliler için her gün artık bir Nakba’dır.

İsrail’in desteğini aldığı emperyalist güçlerin de onayıyla yaklaşık kırk bin Filistinliyi öldürdüğü günümüzde Nakba bile hafif kalıyor artık. Dünyanın gözü önünde bir halkın yok oluşuna tanıklık ediyoruz.

Filistinli bu acılı, uzun yolu ihanetlerle birlikte sürdürdü. İsrail kadar kimi Arap devletlerinin de saldırısına uğradı. Gelecekte özgür bir Filistin’in olması da yakın görünmüyor. İnsanlığın büyük sosyalist kurtuluşa her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Filistinlinin de.

Bir gün mutlaka."

                                                                /././

Ata Emre'yi kim öldürdü? (Tuğhan Çağlayan)

Ata Emre’yi okuldan artan zamanlarında kelle koltukta çalışmak zorunda bırakan da, E. Ö.’yü suç makinesine çeviren de, Ata Emre’yi yarattığı suç makinesinin önüne yem diye atan da aynı düzendi...

Tam bir çelişkiler dünyasında yaşıyoruz, kemer sıkıyoruz, bir yandan da yumuşuyoruz. Yumuşayan ve yüzünde güller açan patronlar ve onların siyasetiyken, emekçilerin kemeri sıkılmaya devam ediyor. Çünkü patronların kemerinin daha da gevşetilebilmesi için emekçilerinkinin daha da fazla sıkılması gerekiyor! Bu durum işine gelenler ise el birliğiyle kemer sıkmayı yumuşama olarak göstermeye çalışıyor, onlar ne söylüyorlarsa biz tersini yaşıyoruz çünkü emekçilerin gerçekleri değil patronların yalanları iktidarda. Doğal olarak patronların yalanlarında dün normalleşme, bugün yumuşama olarak tarif edilen şeyin emekçilerin gerçekliğindeki karşılığı kemer sıkma ve yoksullaşma oluyor, biz emekçilerin çelişki diye tarif ettiğimiz şey ise içinde yaşadığımız patronların 'düzen'ini.

Söz konusu kemer Balıkesir’de genç bir emekçi arkadaşımızın boğazını sıktı, canını aldı. Aynı zamanda bir üniversite öğrencisi, emekçi bir ailenin çocuğuydu Ata Emre Akman. Çalışmak zorundaydı, motokurye olarak işe başladı. Başka türlüsünü bilmezdi, emeğiyle insanca yaşamak istedi. Daha ilk maaşını bile alamadan canından oldu 5 gün önce başladığı işinde. Çalışmak zorundaydı çünkü hayat pahalılığı alıp başını yürümüştü, otobüse para vermemek için çevre yolunun kenarından kampüse 10 kilometre yol yürüyen öğrenciler kervanına o da katılmıştı. Pahalı ve sağlıksız beslenmeden, yaşadığı yerdeki kötü koşullardan bıkmıştı, o da arkadaşlarıyla ara sıra da olsa oturup bir şeyler yiyip içebilmek, güzel vakit geçirebilmek istiyordu. Bir sonraki dönemin ders kitaplarını alabilmek, önümüzdeki sene nispeten düzgün bir eve çıkabilmek, koparabildiği üç günlük izninde arkadaşlarıyla birlikte çıkmak istedikleri gezi için, belki de eskiyen kıyafetlerinin yerine yenilerini alabilmek için para biriktirmek istemişti. Çalışmak zorundaydı çünkü birilerinin sürekli semirmeye devam ettiği bu düzen Ata Emre’lere kemer sıkmayı zorunlu tutuyordu. Kemer, Ata Emre’nin yaşamasına izin vermedi, ancak her an kaza yapabileceğini bilerek kelle koltukta çalışan diğer motokurye arkadaşlarının aksine vahşi bir cinayetle aldı onu aramızdan...

Cinayeti işleyen kişi ise, suça meyilli ve zaten sabıkalı olan, yine bu düzenin yarattığı insan profillerinden bir diğeriydi. Suç işlemenin, çalmanın, çırpmanın, başkalarını sömürmenin daha geçer akçe olduğuna bu düzenin ikna ettiği insanlardandı. Yan mahallede oturuyordu. Suç işledikçe salıveriliyordu, çünkü cezaevlerinde yer yoktu, çünkü elini attığı her yeri çürüten bu düzen, içeri dışarı ayırmıyordu. Kasten yaralama, tehdit, uyuşturucu ne ararsan vardı. Bizden bir o kadar uzak ve bize yabancıydı, ancak bir o kadar da yakınımızdaydı. Uzak olduğu ölçüde öfkeden deliye döndük. Ah o canavar bir elimize geçse! Neler yapardık dedik. Yakın olduğu ölçüde ise korktuk, bir gün benim ya da sevdiklerimin karşısına da hiç beklemediğimiz bir anda böyle birileri çıkar mı diye düşündükçe kanımız çekildi, ne de olsa suçlunun dışarıda kol gezdiği, suçsuzun içeride de dışarıda da mahkum edildiği bir düzende yaşadığımızı bilerek. Her şeyden çok da yitip giden gencecik kardeşimiz için kahrolduk...

Ama unuttuğumuz ve hatırlamamız gereken, hatta belki de her şeyden önce hafızamıza kazımamız gereken bir şey vardı, Ata Emre’yi okuldan artan zamanlarında kelle koltukta çalışmak zorunda bırakan da, E. Ö.’yü suç makinesine çeviren de, Ata Emre’yi yarattığı suç makinesinin önüne yem diye atan da aynı düzendi, hani birileri yumuşarken aslında kemer sıktığımız, her şey çok güzel olacak naralarının orta yerinde ayın sonunu getirebilmek için kıvrandığımız, kimilerinin zenginlikten ve lüksten gözünün döndüğü, bizim iş çıkışı yorgunluktan gözümüzün karardığı o düzen. Ve yumuşama masallarına sesimizi çıkarmadıkça kemerin yarın başka Ata Emre’lerin canını almaya devam edeceğini bildiğimiz işte o düzen. Tam da bu yüzden, düzenin yarattığı canavarların yok ettiklerine üzülürken hep birlikte canavarlardan daha da çok onları yaratana öfkelenmeyi öğrenmek zorundayız. Kemer bir gün bizim de boğazımıza dolanmadan, kemeri sıkanların boğazına yapışabilmek için... 

Ancak o zaman patronların yalanlarını tarihin çöplüğüne gönderip emekçilerin gerçeklerini iktidara taşıyabiliriz. Ancak o zaman, Ata Emre'nin hesabını gerçekten sorabiliriz.

soL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder