YAZARLAR

Hayata söylenmiş şarkılar

Geçtiğimiz pazar günü Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nca Ustalara Saygı etkinlikleri çerçevesinde, ölümünün 18. yılında yönetmen Atıf Yılmaz anıldı. “Nitelikli popüler sinemanın ustası” Atıf Yılmaz kendine özgü çalışırdı, dil birlikteliği olan asistanları ile (Zeki Ökten, Leyla Özalp, Fatma Nur Sevinç) uzun yıllar çalışmak gibi; çekim öncesi ön çalışma yapar, mekan saptandıktan sonra tüm kamera ve oyuncu hareketlerini çizer, görüntü yönetmeni ve asistanına bir nüshasını verirdi…

*Yazımın başlığını 3 Mayıs günü kaybettiğimiz gazeteci dostum Celal Başlangıç’ın

kitabından aldım. Işıklar içinde uyusun.

 Wim Wenders, 43. İstanbul Film Festivali kapsamında, onur konuğuydu. Wenders “Oda 666” adlı filmini 1982 Cannes Film Festivali günlerinde çekmiştir ve henüz yarışma sonuçları açıklanmamıştır. Ona göre festivalde genel bir kasvet havası vardır.

Sinemanın sonunun kaçınılmaz olduğu duygusu her yerde dolaşıyordu. Sinema tarihinde adeta bir kara delikaçılıyordu. Ben de meslektaşlarım arasında sinemanın geleceği hakkında bir anket yapmayı düşündüm.” diyecektir.

İletişim kurduklarını Cannes’daki tek boş odaya, Hotel Martinez'deki 666 numaralı odaya davet eder. Odada tek bir kamera vardır ve yanıtlamalarını istediği soru masanın üzerindedir. Davet ettiği sinemacıların tek başlarına yanıtlamaya hazır olduklarında ses kayıt cihazını ve kamerayı açmaları yeterlidir.

Jean-Luc Godard, Werner Herzog, Steven Spielberg,  Michelangelo Antonioni, R. W. Fassbinder ve on sinemacı daha şu soruya yanıt verecektir:

Sinema bir ifade biçimi olarak ölüyor mu, yakında ölü bir sanat mı olacak?”

Oda 666'da (1982) Godard Fransız Sinematek'inin  yöneticisi Henri Langlois’ya arşivleme işini bırakıp, dinlenmesini, gezmesini tavsiye etmiştir.

Wenders bazı yönetmenlerin dakikalar  boyu yanıtladığı konuşma ve görüntüleri kısaltarak filmini 45 dakikaya indirmiştir. Adeta ‘bir sinema dersi’ izlenimi veren ilk çekim/ilk sahnede Jean-Luc Godard “…Bunun bir önemi yok, elbet bir gün olacak. Ben öleceğim ama sanatım da ölecek mi?” kinayeli sorusunu yöneltir.

Ardından Fransız Sinematek'inin kurucusu ve yöneticisi Henri Langlois’ya şunu söylediğini açıklar:

Film koleksiyonunu at. Sonra da bir yerlere git. Yoksa öleceksin. Yani insan bir yerlere gitmeli. Çok daha iyi bir seçenek bu (…)”

Oda 666’daki son sahnede, Wim Wenders görünür. Ses kayıt aletini çalıştırmadan önce  açıklar:

Dün buraya gelemeyen bir sinemacıyı görmeye gittik. Türkiye vatandaşı. Türkiye hükümeti, ülkeye iade edilmesini talep etmiş. Bu yüzden de bulunduğu yerden ayrılmak istemiyordu. Sinemanın geleceğine dair aynı soruya verdiği yanıtı kayda aldı. Onu dinleteceğim şimdi.”

Konuşan tahmin edileceği gibi Cannes’da “Yol” filmi yarışan Yılmaz Güney’dir. Güney, çoğu genç sinemacının büyük yapımcılarla ilişkiye girerek sermayenin sınırlarını çizdiği alanda film yaptığından, gelişen değil, çöken-çözülen bir sinemanın hizmetine girdiğinden söz eder.

“… Ülkemde sinema, esas olarak sinema, hakim olan sinema geri bir sinemadır. Bunun yanında filizlenen sürekli olarak egemen güçler tarafından baskı altına alınan, yasaklanmak istenen, çeşitli cezai tedbirlerle susturulmak istenen bir sinema var…”

Yılmaz Güney Yol filmiyle Altın Palmiye ödülü aldığı Cannes Film Festivali'nde.

Geçtiğimiz pazar günü Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nca Ustalara Saygı etkinlikleri çerçevesinde, ölümünün 18. yılında yönetmen Atıf Yılmaz anıldı.

“Nitelikli popüler sinemanın ustası” (Ömer Kavur) Atıf Yılmaz kendine özgü çalışırdı, dil birlikteliği olan asistanları ile (Zeki Ökten, Leyla Özalp, Fatma Nur Sevinç ) uzun yıllar çalışmak gibi; çekim öncesi ön çalışma yapar, mekan saptandıktan sonra tüm kamera ve oyuncu hareketlerini çizer, görüntü yönetmeni ve asistanına bir nüshasını verir, set çalışanlarına senaryoyu dağıtır, okuturdu. “O zaman çalışan, sahneyi hangi amaçla kurduğunu biliyor.” açıklamasını yapar. Kameraman ve görüntü yönetmeni olarak Atıf Yılmaz ile çalışacak Orhan Oğuz “setinin pastoral bir müzik dinler gibi sakin, rahat ve eğlenceli bir ortam” olduğunu belirtir.

Sette olmayı severek yaşadığının tanıkları var, o nedenle kötü bir film yapma teklifi geldiğinde de aldırış etmeyecek, “ne kadar yeteneği varsa kullanarak” çekecektir. “Her çerçeveye, oyuncuya dikkat ettim” diyordu. “Ben işime her zaman çok saygı duydum. Ama para sorunları oluyor, bazı şeylerden fedakarlık ediliyor. Sonra çok yakın zamana dek sansür diye bir kurum vardı. Biz hayal gücümüzü sonuna dek kullanma imkanı bulamadık.”

Atıf Yılmaz filmlerinin ilk temel karakteristiği “yenilikçilik” ve “deneycilik” diyecektir sinema yazarı Erman Şener. Ayrıca ekleyecektir:

Tek örnek bile yeterli. Yedi Kocalı Hürmüz’de minyatürlerden yola çıktı, 'kareleri' üç değil, iki boyutlu çekmeyi denemiştir.”

Ya, epik sanatın özellikleri olan tarihselleştirme, yabancılaştırma, gestuslar, epizodik yapı, göstermeci oyunculuğun başarıyla kullanıldığı, “Brechtyen yaklaşımın özeti” gibi gösterilebilecek, Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları”nda  aktardığı, Başar Sabuncu’nun senaryosunu yazdığı “Adak” filmine ne demeli? Filmde, hırsızlıkla suçlanıp hapse giren, suçsuzluğu ortaya çıkarsa iki buçuk aylık oğlunu tanrıya kurban  edeceğini söyleyen ve kurban eden yoksul köylü Müslüm olayının altında yatan kültürel, sosyoekonomik ve dini nedenlere bakılır.

Yılmaz “Adak'ta seyirciye açık bir mesaj iletmeyi amaçlamadım. Gerçekte olmuş bir olayı çeşitli boyutlarıyla sergilemek, seyirciyi düşünmeye, tartışmaya sevk etmekti benim amacım” diyecektir.

Güncel değişimleri iyi okuyacaktır, Refiğ “bu kadar uzun zaman içinde değişik türlerde aynı ölçüde başarılı eser veren başka sinemacı” tanımadığını söyleyecektir. Refiğ’in en beğendiği filminin pazar günü gösterilen “Hayallerim, Aşkım ve Sen” (1987) olduğunu belirtmeliyim…Ülke insanının, kadının kimlik arayışı teması önde gelen seçimidir, ’daha dram kişileri olduğu’na inandığı kadın kahramanlar seçer.  “Mine’den başlayarak aslında o filmler (Ah Belinda, Adı Vasfiye, Dul Bir Kadın…) yararlı oldu feminist hareketin gelişimine” açıklamasını yapar. Sonuçta Yusuf Kurçenli’ye göre (2001) “bütün zamanların en genç sinemacı” tanımını hak etmiştir.

Atıf Yılmaz'ın beğenilen filmi 'Hayallerim, Aşkım ve Sen', “Sinemanın sinemaya baktığı” bir film olarak yorumlanmıştı.

Anma etkinliği, sadece sinemamızda ürettiği çoğu filmle iz bırakan Atıf Yılmaz’ı değil, genç Yılmaz Güney’e “Bu Vatanın Çocukları” (1958) ile sinemanın kapılarını açan, kendi sözleriyle “usta-çırak sonra da abi-kardeş” olacak Atıf Yılmaz’ı da hatırlatıyordu. 

O günlerdeki Yılmaz Güney için “akıl almaz enerjisi ve sinema sevgisiyle her işe koşuyor. Henüz pek yerine oturmamış da olsa yazarlığıyla, kültürüyle, dünya görüşüyle hepimizin gözünde farklı bir ağırlık kazanıyor.” açıklamasını yapar.

Sonraki filmi Yaşar Kemal öyküsünden “Alageyik”teki sevdiği kıza göz koyan ağanın baskısına karşı duran geyik avcısı Halil rolüyle Yılmaz Güney bir anda büyük kitlelerin sevgilisi olacaktır. Atıf Yılmaz’a asistanlık yapan, ama çekim hazırlıklarını yok sayılacak denli eksik bulan Halit Refiğ, her şey yolundaymışçasına gürültüsüz patırtısız çekilen, tamamlanınca eleştirmenlerden olumlu puan alıp, üstelik tecimsel başarı kazanan filmin kendisine ders olduğunu, “Atıf Yılmaz benim ustamdır”  diye çevresine ilan ettiğini söyler.

Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz filmleri dışında oynadığı, senaryosunu yazdığı “sıradan, küçük yapımcıların, daha çok Anadolu’nun lümpen seyircisi için  sıradan yönetmenlerle” yaptıklarıyla ün kazanır. Ardından ilk yönetmenlik denemeleri gelir (Bir çirkin Adam, Seyit Han, Aç Kurtlar…) Atıf Yılmaz’ın tanıklığıyla “yazımı tamam bir senaryosu olmadan, ama kafasında bütün detayları olgunlaşmış bir hikayeyle” Adana’ya gidişinden sonra ortaya çıkacak “Umut” ile üçüncü dönemi başlar.

Ne doğru söyler sevgili Onat Kutlar: “1968’in Mayıs günlerinin, Harun Karadeniz’in ağzının kıyısında bir nar çiçeği ile dolaştığı o ateşli günlerin en güzel sürpriziydi Umut.”

Ama iki Yılmaz’ında parasızlığı “Zeyno” adlı sıradan bir filmi kabul etmelerine neden olmuştur. “Zeyno”nun çekimleri devam ederken o günlerde Yılmaz Güney’in asistanı olan Şerif Gören de “Umut”un kaba kurgusunu bitirmiş, Yılmaz’ın görmesi için filmin çekildiği İnegöl’e getirmiştir. “Umut” filmiyle Çirkin Kral efsanesini yıkacaktır Güney.

Gelecekte “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Hakkari’de Bir Mevsim”, “Mavi Sürgün”ü yapacak genç sinemacılardan Erden Kıral “Hepimiz Yılmaz Güney'in Umut filmindeki Cabbar'ın faytonundan indik” sözleriyle, Umut’un onlar üzerinde etkisini belirtecektir. Tüm bunlar ve okuyanı içine alan bir dizi olay, ayrıntı Atıf Yılmaz’ın “Söylemek Güzeldir” anı-kitabının sayfalarında…

 Umut(1970), Yılmaz Güney'den bir "Türkiye panoraması"

Atıf Yılmaz son kez “sanatçı elleriyle günde 20 adet künk dökmek zorunda” olduğu yarı açık cezaevi Isparta’dan sonra Paris’te görecektir Yılmaz Güney’i. 

Paris’teki ilk sabah Yılmaz Güney otelden onu alacak “Duvar” filminin son işlemlerini yaptığı stüdyoya, bir başka gün Paris’te Nâzım Hikmet’in şiirinden uyarladığı  “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” ile tanınan Mehmet Ulusoy’un doğum gününe, başka bir gece “Duvar” filminin bitişi şerefine verilen yemeğe götürecektir. Paris’teki son yemek lüks restoran Maxime’de gerçekleşir.

“Duvar”ın İsviçreli yapımcısı  Cactus Filmin ortaklarından Edi yeni prodüksiyonlarında oynaması için Yılmaz Güney’e teklif götürmüş, ısrar etmektedir. Yılmaz Güney önerilen oyunculuk ücretini az  bulacaktır. Güney sofradaki Atıf Yılmaz’a bakarak “Yönetmenliğini abim yaparsa bedava oynarım” diyecektir. 

İsviçreli yapımcı, Yılmaz’ın önerisinin şaka mı ciddi mi olduğunu anlamaya çalışır. Atıf Yılmaz nokta koyar: “Batılı kafası böyle bir ilişkiyi bir türlü kavrayamıyor.”

Atıf Yılmaz’ın anlattıkları arasında bir dostluk/dayanışma öyküsü de var. 

“Tangolar” ve “Güney” filminin sürgün yönetmeni, “ülkemden kopmuyorum ben ve asla sessiz kalmayacağım” diyerek askeri diktatörlüğün yönetimindeki ülkesine veda eden Arjantinli Fernando Solanas’a yaptığı parasal yardım… Atıf Yılmaz gözlemini yazar: ”Solanas Yılmaz’ın peşinden ayrılmıyordu…” Kaldı ki Solanas, Astor Piazolla’nın benzersiz müzikleriyle görkemleşen “Tangos, l'exil de Gardel-Tangolar, Gardel’in Sürgünü” (1985) filmini Yılmaz Güney’e adar.

Solanas'ın, Fransa'da sürgün günlerinde çektiği 'Tangolar' (1985) filminden bir kare.

Tango bestecisi Carlos Gardel’in sanki “Benim memleketim tangodur” sözünü haklı çıkarmak için yapılmış “Tangolar” filmine 1985 Venedik Film Festivali’nde jüri özel ödülü verilir…

Ve öğreniyorum ki, Atıf Yılmaz dönüşünde çektiği “Bir Yudum Sevgi”yi (Latife Tekin’in yazdığı) Yılmaz Güney’in senaryo konusunda kendisine aktardığı düşünceleri ve Solanas örneğindeki gibi parasal desteğiyle gerçekleştirmiş… (21. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü almıştı.)

Atıf Yılmaz “Söylemek Güzeldir”de konuştuğu gibi yazmış, içten, merak ettiklerimizi bilmemizi isteyerek…

Hayata söylenmiş ve eklenmiş ne çok şarkı var…


Oğuz Makal Kimdir?

Sinema alanında ilk doktora yapan öğretim üyesi. 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu. Yemek ile sinema arasındaki ilişki yeni ilgi odağı, bu alanın filmlerini ve toplumsal-kültürel tanıklıklarını kitaplaştırmak için araştırmaya devam ediyor. Sinema Tarihi, Film Kuramı, Türk Sineması, Sinema ve Diğer Sanatlar, Sinema ve Tarihi İlişkisi gibi dersler veren, tezler yöneten Makal, Uluslararası İzmir Film Festivalini kurdu, 2001 yılına dek on bir yıl yönetti… Kısa, uzun, belgesel filmler yaptı, son yıllardaki birkaç belgeseli: El Cezeri, Eğitmenler, İstanbul’da Bir Gizli Bahçe-Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, Uzak ve Yakın, Suriye Mutfağı İstanbul’da, Merdiveni Arayan Adam. Bazı kitapları ise: Sinemada Yedinci Adam, 1895-1950/İzmir Sinemaları Tarihi, Fransız Sineması, Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet, Sinemada Tarihin Görüntüsü, Yönetmenleri ve Filmleriyle Gülmenin Sineması.